AK Parti 26. Dönem Elazığ Milletvekili ve AK Parti Genel Merkez Siyasi ve Hukuki İşler Başkan Yardımcısı Avukat Ömer Serdar, pandemi süreciyle ilgili bir yazı kaleme aldı.

İşte Ömer Serdar’ın o yazısı...

“Ey halkım!

Sen var mısın, yok musun?

Şimdi ben penceremi çevreleyen şu kıvrımların arasından, görebildiğim en uzak noktalara kadar bakıp bakıp iç geçiriyorum.

Ama sen yoksun.

Sabah, her zamanki saatimde uyandım. Karantina günlerinde bu alışkanlığı elden bırakmamalıyım. Çünkü bu düzen bozulduğunda, aynı ritmi yakalamak uzun bir süre mümkün olmayabilir. Önce ellerimi lavaboda tamı tamına yirmi saniye sabunla yıkayıp, bütün kirlerinden arındırdım. Sonra, şahsıma ait dolaptan bornozumu çıkarıp duşa girdim. Ellerimin bu kadar beyaz olduğunu ilk kez fark ediyorum. Evin içerisinde herkesin sosyal mesafeye dikkat ederek kendi özel alanına ve dijital dünyasına çekildiği bir ortamda, ben de, şahsıma ait odanın pencere kenarına oturmuş, caddelerdeki hayat belirtisini sarhoş köpeklerin koşuşturmalarında ve kedilerin miyavlamalarında arıyorum. Miyoptan kalma alışkanlığımla, gözlerimi kısarak aradığımsa yine sendin.

Ama sen yoksun.

Oysa ben, her zamanki yerinde hayal ediyorum seni. Hani, tek sıra hâlinde, uygun adım alanlara doğru yürüdüğün, meydanların bayraklarla donatılarak panayır yerine dönüştüğü günler var ya; işte o görüntüleri özlüyorum. Platformun önüne doğru yürürken, şiirle başlıyorum tiradıma. Tarihten, fizikten, coğrafyadan konuşma aralarına sıkıştırdığım cümleleri anlamamana karşın, son kelimedeki vurguya sert dokunuşum nedeniyle, avuç içlerin sızlarcasına saatlerce alkışlayıp, ıslık çalışını özlüyorum.

Görünür iç ve dış düşmanlara kadar saflarımızı sık tutarak onların hâlimize gülmesine fırsat vermedik. Şimdi mesafe olarak görünen şey, çok yakında yekvücut olacağımız günlere kadar hasretle geçirdiğimiz saatler… Bizim birbirimize virüs bulaştırmamız mümkün mü? Sarıldığımızda, kucaklaştığımızda karışan terlerimiz bizim en büyük bağışıklığımız değil mi? Son zamanlarda, bütün dünyada ağız birliği edilmişçesine aynı ses yükseliyor: “Hayat bitti”, diyorlar. Oysa biz “bitti” demeden hiçbir şeyin bitmeyeceğini bilmiyorlar. Geleceğe dair ümidimizi kırıp, başarımızı baltalamak istiyorlar.

Birazdan, televizyonlarda ana akım medyanın genel yayın yönetmenleri, güne bakış kapsamında Korona ile açıp Korona ile bitirecekleri bir seremoniye başlayacaklar. Neymiş efendim, hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış. Hayal dünyalarını bu jenerik laflarla süslerlerken, aslında değişecek olanların neler olacağına ilişkin hiçbir fikrî öngörülerinin olmadığını da, konuşmalarını dinlerken anlıyorsun.

Hastane önlerinde, haber kapmak için yarışan acar muhabirler, vaka sayısının artabileceği endişesini paylaşırken, morglardaki kapasitenin cesetleri kaldıramayacağına ilişkin başhekimden bir cümle de olsa beyanat almanın şartlarını zorluyorlar. Ama Cenaze Levazımatçıları Derneği daha ilk günden her türlü koşullara karşı hazırlıklı olduklarını ve Korona virüsüne karşı en hazırlıklı sektörün kendilerinin olduğunu ilan etmişti. Acar muhabirler, ağlayanlarla gülenleri aynı karede sunup, akıllarınca pandemik bir şizofreninin tüm dünyayı teslim aldığını iddia ediyorlardı. Oysa bazen gülenlerle, ağlayanların nedeni ortak olabilirdi. Cenaze levazımatçısını güldüren şey, entübe olmuş bir hastanın yakınına gözyaşı döktürebiliyordu.

Ey benim sevgili halkım, bu hengâme içerisinde, sen de önceleri Perşembe gününden çektiğin Cuma mesajlarını şimdi Çarşamba gününden çekmişsin. Bu acelenle, Cuma gününe kavuşmayacağımızı mı anlatmak istiyorsun? Üstelik Korona virüsüne karşı en etkili silah duadır. “Hayırlı cumalar” diye mesajlar çekip, aldığımız bütün tedbirlerin fiili dua olduğunu göz ardı ediyorsun. Hele Covid-19’un mikroskobik görüntüsünün aksakallı bir hocanın üfürmesi ile tuzla buz olup dağılışını ve bunu arka fonda ney sesiyle süsleyerek, “hayırlı cumalar” yazdığın mesaj, motivasyonumu artırmadı değil. Ama bence Çarşamba gününden bu tür mesajlara başlaman diğer günleri önemsizleştiriyor.

Bilim Kurulu’nun en medyatik üyesi, “Henüz elimizde yeterli veri yok” deyip toplantı salonuna doğru yönelirken, “pozitif vakalarda gözle görülür bir artış var” diyordu bıçkın muhabir. “Kendi algoritmamızı oluşturuyoruz, başkalarının bilgileri ile yol alamıyoruz.” derken, geriye dönüp kameralara karşı, gördüğünüz şeyin ötesinde “bilgiye vakıfız” gibi bir özgüvenli duruş sergiliyordu. Ancak aldığımız tüm tedbirlere rağmen ölüme istekli olarak yürüyen hasta insanlarımızın da bu isteklerine saygı göstermekten başka seçeneğimiz de yok.

İkindiye doğru, beklenen haber gelmişti. “Whatsapp” gruplarında ışık hızıyla dolanan bilgi insanların gözlerinde şimşekler çaktırmıştı. Bütün dünyanın çaresizlik içinde kıvrandığı, laboratuvarların 7/24 esasına göre çalıştığı bu günlerde, çare için basit, ucuz ve etkili bir çözüm ortaya çıkmıştı. Ülkenin küçük taşra şehirlerinden birinde, acuze bir kadın, elinde bir tutam sumak tozu ile Peygamber Efendimizi rüyasında görmüştü. Acuzeye; bu toz bir litre suda kaynatılıp sabah aç karnına içilirse virüsün etkisiz kalacağı buyurulmuştu. Acuze bu bilginin sadece kendi için değil tüm insanlık için bir önlem, bir çare olacağını düşünerek, şehrin müftüsüne konuyu anlatmıştı. O da bu konu ile alakalı şehrin en meşhur imamını çağırmış, bunu sosyal medya hesabından tüm ülkeye duyurmasını istemişti. İmam efendi bu kutsal görevi ifa etmek için özenle sarığını bağlamış, sonra cübbesini giymiş ve kendi “instagram” hesabından, bu ulvi ilacın tarifini tüm ülke insanlarına aktarmıştı.

Bu haberle birlikte, aktarlar sabahı beklemeden telefonlara sarılmıştı bile.

Muhalefetin ise biti kanlanmıştı, kendini bilmez birtakım mahfiller, çevre katliamı yapılarak ekosistemin dengesinin bozulduğunu, doğal ortamın yok edilerek besinlerin, besleyicilik fonksiyonundan çok, insanların bağışıklık sistemini çökerttiğini ve bu pandemi ile doğanın insandan intikam aldığını söylüyordu.

Devreye Mücahit Müteahhitler Derneği girip “Biz, bu ülkenin milli evlatları olarak, şehirlerimizi bayındır hâle getirmek için öncelikle fiziki ve sosyal toplulaştırma programı yaptık. Köylerde dağınık bir şekilde yaşayan ve topraklarının kendine yeteceğini zanneden bu köylüleri şehirlere getirip, onları çağdaş dünyanın imkânları ile tanıştırdık. Çayır çimen yerine parke ve bordür taşları ile renkli alanlar oluşturduk. Şehirde hayvan beslemeyecekleri için yeşil alanlara ihtiyaçları kalmamıştı. Haksız mıyız? O yerlere kibrit kutusu gibi fevkalâde düzgün ve yüksek binalar yaptık. Fiziki toplulaştırmayı binalar üzerinden yaparken, bina içlerinde sosyal toplulaştırmayı da gerçekleştirdik. Karmaşayı önledik; birbirlerini tanımasalar bile tek kimlikleri vardı ve hepsi artık şehirliydi. Binaların altına spor salonları, üstüne ise ibadethaneler yaptık. Artık bu insanların dua ederken birbirleriyle yarışırcasına ellerini daha fazla havaya kaldırmaları gerekmiyordu. Herkes, eşit mesafede Tanrı’ya taleplerini iletebiliyordu. Tanrı tanımaz bazı aşırı düşünceli insanların bu maksadımızı anlamalarını beklemiyoruz. Ancak ve ancak bu karantina günlerinde, ne kadar doğru işler yaptığımız daha iyi anlaşılıyor.” şeklinde açıklama yaparak, halkın zihnini iğfal eden bu zararlı düşüncelerin önünü almıştı hemen…

İftar vakti yaklaşmış ve akşam ezanı için müezzin efendi camiye doğru yol alıyordu. Yıllarca imamların altında, uvertür bir sanatçı olmanın ötesine geçememiş müezzinler için tarihî bir fırsat doğmuştu. Ezanı bitirdikten sonra, mikrofona daha bir iştiyakla sarılıp, bir assolist edasıyla “Sevgili halkım, bu Korona günlerinde mutlu yuvanızı terk etmeyin, sizi koruyacak olan temiz eviniz ve temiz ailenizdir.” derken, adeta siyasetçilerden rol çalmanın keyfini çıkarıyorlardı. “Üzerimize çökmüş şu derin kaostan kurtulmanın yolu, kutsal değerlerimize sahip çıkmaktır. Din kutsaldır, vatan kutsaldır, bayrak kutsaldır şeklinde kendince önemli bulduğu bütün değerlere kutsallık atfederek, bu kutsallara sarıldığınızda size virüs asla zarar vermez” diyorlardı.

Müezzin efendi, imamın sadece Cuma günlerinde kendisini dinletebildiği -ki şimdilerde bu imkânı da yoktu- bir cemaate karşılık, her gün ve hemen hemen tüm şehre hitap etmenin mukayesesini zihninde yaparken, sinsi bir gülümseyiş dudağının kenarına yapışmıştı bile.

Bense, gün boyu odayı arşınlayarak, pencereden dışarının tenhalığına iç geçirip duruyorum. Oysa içeride her geçen dakika kalabalığımın arttığını ve ne tarafa dönsem kendime çarptığımı görüyordum.

Her Konuyu Bilenler Derneği üyeleri, toplantılarını yeni bitirmişti. Toplantı iyi geçmiş, ancak her konuda olduğu gibi, Covid-19 konusunda da iyimser yaklaşımlarla kötümser yaklaşımlar arasında sıkı bir tartışma yaşanmış, sonrasında küçük nüanslar bir tarafa bırakılıp orta yol bulunmuştu. Onlara göre yaşadığımız bu sorunların kaynağında dış güçler vardı. Çünkü Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bu virüs, oradan tüm dünyaya yayılırken, tüm tedbirlerimize rağmen ülkemizin zafiyet olan sınırlarından sızma yaparak, bazı vatandaşlarımızı teslim almıştı. Elbette bu tespitler yerindeydi ve doğruydu. Çünkü biz; vaktiyle yedi düvele hükmetmiş, sonrasında bizi ortadan kaldırmaya çalışan istilacı güçlere karşı ulusal bilincimizin tetikleyici gücüyle, bu coğrafyada jeostratejik bir devlet inşa etmiştik. En büyük gücümüz ulusal bilincimizdi. Bizi bu ulusal hazineden mahrum bırakmak isteyen iç ve dış düşmanlara karşı, mücadelemiz aralıksız devam edecek ve damarlarımızdaki asil kan, kaynağı dışarıda olan bu virüse karşı da her zaman teyakkuz hâlinde olacaktır. Dernek üyeleri ortak bir kararla yapılması gereken işin sınırlarımıza ördüğümüz duvarların üzerine bin kat da biyolojik bariyer inşa etmek olduğu önerisini basına açıkladılar. Dernek üyelerinin bu konudaki görüş birliği, küçük nüansların üstünü örtmüş, bu özgüvenle, televizyon programları için görev dağılımını da yapmışlardı.

Kendilerine 3G diyen Gizli Gerçekler Grubu ise uzun zamandır “twitter” hesabı üzerinden toplumun aydınlanması yönünde uyarılarını tekrarlayıp duruyorlardı. Tam bir kuşatma ile karşı karşıya kaldığımızı söylüyorlardı. Onlara göre Covid-19 ile ilgili tüm tartışma ve çözümler bizi sistem içinde kalmaya ikna etmek üzere hazırlanan tezlerdi. Böylece, emperyalist ve kapitalist sistem gerçeklerin üzerini örtüyordu. Doğal anatomisi olmayan Covid-19 aslında okyanus ötesinde tasarlanarak Uzak Doğu’da üretilmişti. Ancak bu üretimden tam beş yıl önce, beş büyük dünya şirketi, beş tür aşının kullanım haklarını, beşinci ayın beşinci günü satın almışlardı. Hastalık pandemiye dönüşünce bu beş büyük şirket, aşının içine yerleştirdiği “chip”ler vasıtasıyla insanların zihin ve beden dünyasını teslim alacaklardı. Bu sayede insanlar bir tuşla istendiği şekilde hareket ettirilecek, gerekirse solunumu durdurulacaktı. Artık devletler olmayacak, ülkelerin yöneticileri bu beş şirketin “ceo”ları olacaktı. Dünyayı bu tehlikeli organizasyonun eline bırakmamak adına Gizli Gerçekler Grubu olarak, bir tarihî sorumlulukla hareket ettiklerini, bu gizli gerçeklerin açık birer hakikat olduğunu ve ne kadar gizlense de bu hakikatin sesinin en güçlü ses olacağını ileri sürerek, kendi “tweetlerini” de “rt” etmeyi ihmal etmiyorlardı.

Akşam, vaktini tamamlamış ve geceye devretmişti karanlığı. Çok az evin lambaları açıktı. Gecenin bu sessizliğine alışkındım ama gündüzün tenhalığına bir türlü alışamamıştım. Sigarayı bırakmamış olsam, açık pencereden dumanın, karanlığın bağrına kurşunî bir renk tonuyla kıvrıla kıvrıla yükselişini izlemek ne güzel olurdu. Ne güzel.

Şimdi, sana soruyorum Sevgili Halkım! Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, yarın güneş batıdan mı doğacak?

Yine sabah bir buçuk saat trafik sıkışıklığında vakit geçireceğiz. / Metrobüslere balık istifi gibi yığılırken ter kokularımız birbirine karışacak. / Bankamatiğe kartı soktuğumuzda, yetersiz bakiye yazısı çıktığında, belki durum değişir diye bankamatiğin camını yumruklayacağız. / Doktorlardan çok yine polisleri seveceğiz. /Askerlerle karşılaştığımızda müthiş bir minnet duygusuyla selama duracağız. / Ama aynaya baktığımızda yine en çok kendimizi beğeneceğiz. / Televizyonları açtığımızda, bütün kanallarda aynı resmi göreceğiz. / Birlikte güleceğiz ama yalnız ağlayacağız.

Her şey eskisi gibi olacak Sevgili Halkım. Biliyorsun sen kendi isteğinle bütün özgürlüklerini kısıtlayıp eve kapandın. Ama sanki bu ev hayatına da alıştın gibi. Şimdi beni düşündüren şey nedir biliyor musun?

Ya evden çıkmaya ikna olmazsan…

Benim Sevgili Halkım…”